Quantcast
Channel: verbum non facta*

günün sorusu: kutlama

$
0
0
otuz bir aralık akşam üzeri başlayan, saatler dört tane sıfırı işaret ederken doruğa ulaşan kutlamalarda insanlar neyi kutlar? eski yılın bitişini mi, yeni yılın gelişini mi?

yürüyüş

$
0
0
zaman zaman nehrin üstünde yansıyan görüntüleri kavuşup birleşse de nehri nehir yapan güçlü akıntının farkında, her biri farklı kıyıda, denize yürüdüler.

tıpkı nehir gibi. bir nehir denize ölmeye gider gibi.


top-ten

$
0
0
bu yaşa geldim hâlâ öğreniyorum. hâlâ şaşırtıyor beni insanoğlu.

mesela, listeleri olduğunu görüyorum etrafımdaki insanların. ama alışveriş, alacak- verecek listesi gibi değil bu liste. daha çok top-ten listesi gibi bir şey.

öyle ki, biri ya da bir şey (çiçek, kitap, dizi, yazar vesaire...) gün geliyor ve 'bir numara' oluyor. bir süre ilk sırayı işgal ettikten sonra aşağıya ivmeleniyor. bir gün bir de bakmışsınız liste dışı kalmış. 'bir numara'da ise o vakte kadar ismi geçmeyen, adı duyulmadık biri, çiçek, kitap, dizi, yazar vesaire...

nitelik olarak bir öncekine benzemiyor bile. bir gün nergis ise, öteki gün sardunya. başka bir gün aslanağzı.

işte o zaman sormak istiyorum. o bir numara tam da kendi boyutlarında bir boşluğu doldurmuyor muydu?

şimdi ise bambaşka biri kankanız, ahretliğiniz, sevgiliniz, dostunuz...

en büyük aşkınız. favori meyveniz, olmazsa olmazınız.

aynı sözcüklerle seviyor, aynı şakaları yapıyor, aynı şarkılardan, aynı filmlerden benzer performans bekliyorsunuz.

tıpkı, bir mısra için tek bir şey feda etmeyen şairler, uyanışını sürdürmek yerine diğer tarafa dönüp uyumaya devam edenler gibi.

hayır, tüketim çağı ile açıklamayın bunu. bir defa da aynaya bakın.

son mektup

$
0
0
alev alatlı hanımefendi,

adınıza yazıyorum. çünkü, inancınızın cennetinde, etrafı seyretmekten ve keşfetmekten fırsat buldukça bizden yana baktığınıza eminim.

sizi ilk duyduğumda 'doksanlar'dı. övülüyordunuz. bir büyüğümüzün kitaplığında kitaplarınızı görmüş, nedense henüz vaktin gelmediğini -hadi cesur olayım: anlayamayacağımı- hissetmiştim. elime aldığım kitapları da bir kaç sayfanın peşi sıra yerine koymuştum.

dergilerde adınıza denk geldikçe yazılarınızı okudumsa da işaret ettiğiniz dünyaya ilk adımı schrödinger'in kedisi/kabus ile attım. aldığım keyfi hiç unutmadım. bir de 'bir duygu'yu.

o yaşlarımda dahi bir kadının ilk olarak ellerine bakan, beğenmediği ellerin ötesine dahi geçmeyen ben, zekaya aşık olmanın mümkün olduğunu hissetmiştim. zekanın cazibesini, baş döndürebildiğini.

sonra iktidar değişti, dünya değişti ve söylediklerinizin teması evrenselden yerele döndü. bu, ihmal ya da çerçevenin daralması değil, herkes kendi kapısının önünü temiz tutarsa sokak kendiliğinden temiz olur hamlesiydi.

bu sırada iki şey daha öğrendim sizden. ilki, devlet ile iktidar aynı şey değildi; ülkemizi sevmek iktidarı/muhalefeti sevmek manasına gelmiyordu. ikincisi de, asla ve asla "kestane çıkmış da tabağını beğenmemiş tayfası"ndan olmayacaktım. sayenizde bunun ne büyük bir ayıp olduğunu öğrendim. elbette bu, hataları görmezden gelmek, yanlışlıklara çanak tutmak değildi. sadece, günahıyla sevabıyla doğduğumuz evi unutmamak, sırtımıza yük olmasına müsade etmeden bir şükran duygusunu içimizde taşımaktı.

anarşist olmayı beceremese de hayatı boyunca muhalif olmayı seçmiş biri olarak, sizin gibi başının üzerinde düşünen bir kafa taşıyan bir entelektüelin iktidara yakın olmayı seçmesini başta yadırgadığımı saklayamam. sonradan bu durumun benim için ne kadar öğretici olduğunu da.

iktidar tarafını seçen bir şeyleri satıyordu da diğer tarafta olanlar ne yapıyordu? bilmem ne gazetesi satılmış gazete, kabul. peki berlin'de yaşayıp ülkenin gidişatı üzerine internet üzerinden yayın yapanlar ne?

kaldı ki, siz "her yasal hak helal değildir" derken, muhalif kalmakta ısrar eden muhalefetin bunca yıldır yapamadığı muhalefeti, eleştiriyi yaptınız. günahı anlamayanların boynuna.

sizden geriye hiçbir şey kalmasa bile bu kalırdı: her yasal hak helal değildir... ingiltere oturum için yasal zemin araştıran, oğlanı tenise, kızı ingilizce kursuna gönderen, devlet okulları yerine özel okulları dolduran 'modern müslümanlar'a duyurulur.

ama bana bir şey daha kalacak sizden. yaşamınızın son demlerinde dilinize persenk olan "yavrum" hitabı.

onu ne zaman duysam/okusam her defasında bana da deyin istedim: "vnf. yavrum, sen zamanda ve mekanda kaybolmayacaksın."

sözler düğüm. başladığımız yere dönelim.

çünkü orada da meraklı olacağınızı, öğrenmek ve keşfetmek için etrafa dikkatle bakacağınızı biliyorum. ve gözünüz üzerimizde olacak, tıpkı müdahale edebilecek uzaklıkta olmasa bile çocuğundan gözünü ayırmayan anneler gibi.

selam ile

vnf.

gelecekler

$
0
0
bazan geleceğin iki türlü olduğunu düşünüyorum. schrödinger'in kedisi misali değil ama.

davranışlarımıza göre şekil alıyor, karşımıza çıkıyor ya da bizi kuşatıyor. başka bir deyişle, ya biz ona doğru gidiyoruz ya da o bize doğru geliyor.

eğer iradesiz, kararsız ve şaşkın davranırsak gelecek bize doğru gelir ve kontrol bizde olmadığı için de ezip geçer mi, duvara çarpmış gibi durdurur mu belli olmaz. belki de elimizden tutup gül kokan bahçelere götürür. artık ne çıkarsa bahtımıza.

ama hayatımızın iplerini elimizde tutar, başka bir deyişle geleceğe doğru kendimiz yürürsek seçmiş, hatta yaratmış oluruz.

bir ihtimal...

sahil yolu

$
0
0
sahil yolu boyunca sıralanan sokak lambalarından dökülen ışık, kar da getiren fırtınayı akşam üzerine bıraktıktan sonra usul usul uysallaşıp törpülenen ve gecenin karanlığında siyah bir yağ gibi salınan dalgaların üzerinde altın sarısı yılanlar gibi kıvrılıyordu.

ölüm ve başarı

$
0
0
insanoğlu söz konusu olunca "eşref-i mahlukat" ile "human beings are a disease, a cancer of this planet"* arasındaki bin bir ihtimal arasında salınıp duruyorum.

karar veremem. ne söylesem diğerleri eksik kalmış hissederim.

ama insanoğlunun en büyük başarısı kesindir: bir gün öleceğini bilen tek canlı olan insanın bu durumu bildiği hâlde yaşamaya devam edebilmesi.

ben bundan daha büyük bir başarı bilmiyorum.



*: matrix (1999), the wachowskis

hatıralar

$
0
0
hatıraların bir daha yaşanamayacak olduğunu biliriz de nasıl ve ne zaman çıkagelip yaşamımızdan arda kalan bir geçmişle bizi kuşatacağını bilemeyiz.

ama hatıralar öyledir işte. belleğin alacakaranlığından çıkagelirler: sessiz ve uysal...

şimdi, bu pazar sabahında o alacakaranlığı yokluyorum.

ya da o beni yokluyor.

dakika ve skor

$
0
0
"Hüngür hüngür ağlayan, ölüme tapan kız kıpkırmızı olmuş gözlerini Genji'den saklayıp burnunu mendile silerken, ne olmuş yani, diye geçirdi içinden. Her şeyi başka türlü yazarım günlüğüme. Aptal gibi görünmemek için. Örneğin şöyle; "Colombina'nın gözlerinde kristal gözyaşları parıldadı, ancak uçarı kız başını salladı ve gözyaşları uçup gitti. Hayatta bir dakikadan daha fazla üzülmeye değecek hiçbir şey yoktur. Ophelia, doğru olduğuna inandığı şeyi yaptı. Kristal gözyaşları da ona değil, zavallı ihtiyar kadına adanmıştı." Bir şiir de yazabilirdi sonuna. İlk mısra kendi kendine oluşmuştu bile:

Kristal gözyaşını kirpiklerinden silerek"*


*: boris akunin, ölümün gözdesi

mutluluk budalalığı

$
0
0
budalalık. çünkü, sürekli bir mutluluk hâli tek notadan ibaret senfoni gibi geliyor bana.

/alın size bir 'oxymoron'örneği daha. ya da benzetmenin garabeti: dümdüz bir korna sesi nasıl senfoni olabilirse artık./

bu konuda nefis bir fıkra var. "dünyanın en güzel kadınının" diye başlıyor. ama biraz edepsiz. o yüzden örnek olsun diye ingiltereye gidelim.

andrew park adındaki bir ingiliz, bin dokuz doksan üç yılının her gününü noel olarak kutlamaya karar verir. ne yaz ne kış, bir gün bile bu kuralı çiğnemez. her akşam noel süsleriyle donattığı bir çamın altına kendisi için üç hediye koyar ve ertesi sabah bu hediyeleri büyük bir heyecanla açar. her gün noel sonunda sıkıntı yaratır. her akşam yediği noel yemeği, zengin ama monoton bir menüye dönüşür. her gün hediye aldıkça heyecan duymaz olur. sonuçta her günü mutlu bir gün olarak yaşamak arzusu kabusa dönüşür.

bu sebeple, istediğimiz şeyler olmuyor diye üzülmek yerine olanlara sevinmek en doğrusu belki.

ne de olsa, "onsuz bir gün daha geçirmek istemiyorum" motivasyonuyla evlendiğiniz adam eve biraz geç gelsin diye dua etmiyor musunuz? ya da o kadını daha az görmek için dışarıda sudan bahanelerle oyalanmıyor musunuz?

değil

$
0
0
"illa her buhranlı dönememizden bir verim mi almamız gerekecek? bir kere de karakter acılar içinde süründüğü, hiçbir şeyin onu teselli edemediği yıllar yaşasın.

sürekli umut yeşertmeye çabalama, insanları yaşadıklarından olumlu sonuçlar çıkarmaya teşvik etme... mal yerine koyuyorlar bizi.

bizim toplumun illeti bu. ajda pekkan sendromu...

yaşlandığın halde hayatın zevklerinden vaz geçmemek. çalışmaya devam etmek. her derdimizin üstesinden pozitif düşünme yöntemleriyle mi geleceğiz?

hayatta sorun diye bir şey var, her şeyin çözümü olmak zorunda değil."

*

bornova bornova (2009) filmiyle tanıştığımız, 'çukur selim' namlı öner erkan'ın ama (2022) filmindeki nefis tiradı bu.

x'de denk geldim.

ve, altına imzamı atarım. dedim.

*

bu da seyretmeyi sevenler için: link

tehlikeli şiirler - altmış sekiz

$
0
0
bugün tehlikeli şiirler okuyalım leyla
cemal süreya'dan özür* mesela

Sen akışkan ayna dertli böcek
Çamaşırımda besleyici leke

Alınyazımın tek okunaklı yeri
Bıçkın sevinç kunt öfke

Küçük dilini yutmuş kırmızı soğan
Yüce gönüllü akasya

Havı çıkmış eteklik
Hafifçe karnı olan

Sen elisürencil
Öyle bir laf varsa işte o

Dün için özür dilerim
Şimdi çıktın işten Beşiktaş’tasın

Kim istemez mutlu olmayı
Mutsuzluğa da var mısın?

*:yusufçuk, sayı:15- mart 1980

cioran sokakta

$
0
0
cioran’ın sokakta tanınmaktan çekindiği için televizyona çıkmak istemediği bir şehir efsanesi değildi. onun istediği, rahatsız edilmeden sokakta dolaşmak, kafelerde oturmak, parklarda gezebilmekti.

bir keresinde, g. matzneff'in figaro magazine'e cioran hakkında yazdığı bir yazı fotoğrafla yayınlanır ve cioran birkaç gün sonra sokağa çıktığında okurlardan biri onu tanır ve durdurur.

soru bellidir: "siz cioran mısınız?"

cevap da: "hayır."

*

biraz hüzünlüdür ama cevabının dünyanın en iyi yalancısı borges'i, daha doğrusu sokaktaki borges'i hatırlattığı zamanlar da vardır. 

hastalığı yüzünden artık pek iyi değilken, yani hafızasında boşluklar olmaya başladığında, sokakta biri onu durdurup "siz cioran mısınız?” diye sorar. o da, "idim" diye cevap verir.

yaz geçer

$
0
0
kış da...

bütün ilgiler, sonsuza kadar sürecek sandığımız ilişkiler gibi "bu, 'hiçbir zaman tükenmeyecek bir aşk' dualarının cevabı" dediğimiz aşklar da bitiyormuş meğer.

siz de, bırakın o ağacın altında durup pencereden ışık eksilene kadar çok katlı bir binayı seyretmeyi, mutfağın yanan ışığına bakıp, "başka bir hayatta olsa da hayatta" diye sevinmeyi, belki rastlaşırız umuduyla türlü bahanelerle gittiğiniz eski mahalleye uğramaz oluyormuşsunuz.

babalar ölüyor, çocuklar büyüyormuş.

o 'boşluk' nihayetinde doluyormuş. üstelik dolduran da, 'eksilmeniz' falan değilmiş.

kuyruk

$
0
0
kadın erkek, yaşlı genç, çoluk çocuk uzun bir kuyrukta bekliyorduk. upuzun bir kuyruk. uzun kuyrukların doğası gereği de yavaş ilerliyorduk.

amerikayı yeniden keşfetmişçesine, "kuyruk ne kadar uzunsa ilerlemek o kadar yavaş olur," diyeceklere de, bunun aklıma geldiğini ama yazmak istemediğimi söylemek isterim.

neyse... kuyruk o kadar yavaştı ki, bu durumlarda kitap okuyan biri olsam harp ve sulh bahsini kapatabilirdim.

aynı şakayı bir defa yapmıştım biliyorum. rolland garros finallerinden birinde nadal ve 'küstah sırp' djokovic arka çizgide bekleyip topu sadece karşı tarafa atmakla meşgulken. allahım!.. nasıl da sıkılmıştım. gerçi iyi aile çocuğu federer'i de özlemiş olabilirim. en azından şimdi özledim. en iyisi burada ara verip david foster wallece'ın tenis yazılarından mürekkeb sicim teorisi'ni kitaplıktan alayım, inan özdemir'in çevirdiği kutsal bir deneyim olarak federer başlıklı denemeyi okuyayım. hayır, youtube olmaz, oraya dalınca bir daha çıkamıyorum.

derken tanıdık bir melodi duydum. popüler olmayan ama benim sevdiğim, roman yazsam "iki yanıma dizilen sargant fury'nin gençleri safları sıklaştırmıştı" diyeceğim, film yapsam o sahnede çalacağım türden bir parça. yani çok kişisel. tıpkı bir küçük aşk gibi. son bir kaç yıldır doksanlar deyince aklıma gelen, muhtemelen benden ve yakari'nin küçük erkek kardeşinden başka kimsenin bilmediği bir parça bu. kaldı ki ben de onun sayesinde haberdar oldum.

kişisel, kişisel olduğu kadar dinlemeyi de çok sevdiğim bu parçayı duyunca ister istemez meraklandım. tamam, itiraf ediyorum; benimle aynı anda, aynı kitabı okuyan birine denk gelmişim gibi heyecanlandım da.

yanımda yöremde müzik dinleyen birilerini aradı gözlerim. çünkü müzik kulaklıktan taşıyordu muhtemelen. ne de olsa sert müzikler 'son ses' dinlenir.

sesin nereden geldiğini anlayamadığım yetmezmiş gibi bir de kablosuz kulaklarıyla sıranın ilerlemesini bekleyen bir kaç kişi fark ettim. elimde olmadan kuruldum fark ettiklerime.

çünkü, kulaklarım içine tıkaç gibi sokulan o cihazların düşmanıyım. adam benimle konuşuyor sanıyorum ama kulak kabartınca, "çık o hisseden, olduğu gibi işceye gir," dediğini duyuyorum. "efendim," diyorum bana yönelen hanım efendiye, "diyo ki, rejime başladım. ayol sen önce iki kat için asansör kullanmayı bırak" diyo. bu diyo da nerden çıktı diyosanız, başlayınca bırakamıyosunuz, bırakabilmek için paragrafı bitirmeniz gerekiyo.

diyeceğim o ki, günün birinde "vnf. sokak kavgasına karıştı" diye bir haber duyarsanız sebebi budur. kız mevzuu, alacak verecek meselesi diyenlere kesinlikle kulak asmayın.

baktım olmuyor hafifçe eğilip öndeki hanımefendinin sırt çantasına bile kulak kabarttım. iyiki de eğilmişim. böylece sesin benden, sol pantolon cebimden geldiğini fark ediverdim.

meğer tuş kilidi aktifleşmeden telefonu cebime koymuşum. ihtimaller ard arda gerçek olmuş, üzerine müzik dosyam da bana oyun etmiş.

bir süre ne düşüneceğimi, ne hissedeceğimi bilemedim. merakımı gidermiş olmanın rahatlığı, bir ruhdaş olasılığının ortadan kalkmasının verdiği hüzne karıştı. 

sonra da yanıma harp ve sulh'ü almadığıma pişman oldum.

şarkı mı? burada. paha biçilemez olan.

günün sorusu: alışveriş

$
0
0
"alışverişe çıkmak mutluluk verir" iddiası gerçek değil de kapitalist sistemin ve onun büyüttüğü tüketim çağının ihtiyaç duyulduğu her yere payanda olan psikoloji sayesinde insanlara dayattığı bir şey olabilir mi?

dakika ve skor

$
0
0
"O gece lilith'le kabil son kez birlikte yattılar. Lilith ağladı, kabil ona sarıldı ve o da ağladı, ama gözyaşları uzun sürmedi; bir süre sonra, onları sarıp sarmalayan aşk tutkusunun hâkimiyeti ve yönetimi altında çabucak zincirlerinden boşanıverdiler; çılgınlığa, mutlağa, varana dek, sanki dünya bundan başka bir şey değilmiş gibi, iki âşık birbirlerini sonsuzca yiyip yuttular ve sonunda lilith kabil'e, Öldür beni, dedi. Evet, belki de kabil'le lilith'in hikâyesinin mantıki sonucu bu olmalıydı ama kabil onu öldürmedi. Dudaklarından uzun uzun öptü, sonra ayağa kalktı, son bir kez baktı ve gidip geceyi kapıcı yatağında geçirdi."*


*: josé saramago, kabil

eskiden, çok eskiden

$
0
0
aslı biçen'in tehdit mektupları'nda dedikleri:

"sana sevgilim diyorum ama o muhteşem 'm' ne kadar benim yapıyor seni? nana ait misin gerçekten? bu sevmecilik işleri tapusuz olmuyor. ama sen asla tapu istemez, tapu vermezsin. bütün herkes senin kadar kendine yetse devrim mevrim olmazdı. seninle örgütlenmek dünyanın en zor şeyi. ben ki dünyanın en örgütsüz adamıyım başımı altına sokmak istediğim yegâne çatı sensin."

*

tam burada hayatın cahili, yolun başındaki acemi çocuğu anıyorum. o dost meclisinde nasıl da heyecanlı, nasıl da umutluydu.

"sahip olmayı hayal ettiğim şey ev, araba, aile vesaire değil," demişti.

"sevgili, sevgilim olsun yeter."

seçim vaatleri

$
0
0
çok sevdiğim bir fıkra var. izin verirseniz konuya onunla girmek isterim. ama biraz edepsiz. "yine mi edepsiz!" diyecekleri ise buraya alayım.

adam. karşısında doktor. konuya nasıl gireceğini bilmiyor. sonunda derin bir nefes alıp, olsun n'olacaksa, diyor.

"arkadaşlarla ne zaman bir araya gelsek konu oraya geliyor, bir gecede beş diyor biri. sonra sayılar uçuşuyor havada. altı, yedi, on, yüz bin beş. böyle olunca susup kalıyorum. çünkü benim sayım bir, hadi olsun iki. nedir bunun çaresi?"

"siz de söyleyin," demiş doktor. "siz de söyleyin." 

seçim vaatlerine bakıyor musunuz? tıpkı doktordan, "siz de söyleyin," tavsiyesi almış ve alır almaz sokağa fırlamış gibi bütün adaylar.

saydıkça sayıyor, upuzun listeler uzatıyorlar okuyalım diye. ne kadar çok madde sunarsak, ne kadar farklı şey söylersem o kadar iyi diye düşünüyorlar.

ya da kimselerin bu vaatleri sorgulamayacağını biliyorlar. hatta yapılacaklar listesine bile bakmadıklarını.

seçmen bütün vaatlerin yalan olduğunu biliyor, siyasetçi de seçmenin bildiğini.

plana ya da programa, yapılacak listesinin mümkünlüğüne, en önemli konuda en doğru çözüme değil isme verilecek oylar çünkü.

en kötüsü, hatta en rezili de oy verenler x'e verdikleri oyu x güzel diye değil, çirkin olduğunu düşündükleri y'ye oy vermemek için verecekler.

dakika ve skor

$
0
0
"Hatalarını düşünmeye çalışıyorsun. Belki, diyorsun, içten içe ben istemişimdir böyle olmasını, ya da bendeki bir şey, yaşamım bu biçime bürünsün diye kendimden bile gizli çalışmış, elinden geleni yapıp durmuştur. Küçümseme kılığında elimdekileri geri teptim. Elimde kalanlarlaysa hiçbir şey yapmadım.
Başka bir yaşam olanağını hiçbir zaman düşünmedim, gerçekleşir gibi olduğunda ise gerekli adımı, o son adımı atmadım. Aksine kaçtım bundan. Hiçbir şeye gereksinimim yok dedim. Ama gelmesi gerekenin gelip önüme serileceğine de inandım. Belki talihime anlamsızca, körü körüne inandım."*


*:ayhan geçgin, son adım

üç roman, bir arka kapak yazısı

$
0
0
şu an dag solstad reisin 17. roman adını verdiği romanı okuyorum. bundan önce de son adım'ı okumuştum.

son adım, günümüz türk edebiyatından bir şeyler okumak niyetiyle listeye aldığım romanlardan biriydi. aynı niyetle okuma listesine dahil ettiğim iki romandan, hem istasyon hem de tehdit mektupları'ndan daha iyi olduğunu düşünüyorum. ayhan geçgin'in kalemi de hem birgül oğuz hem de aslı biçen'den daha güçlü geldi bana.

kitapları, herhangi bir bilgiden yoksun, sadece sosyal medya rastlantıları ve övgüleri yüzünden aldım. bir tek aslı biçen hakkında bir fikrim vardı: fransız teğmenin kadını gibi muhteşem bir çevirinin sahibi.

hem istasyon hem tehdit mektupları olmamışlık hissiyle aklımda. yazarlarının da, daha iyi yazabilirdim, diye düşündüğüne eminim.

bu açıdan bakınca, son adım'ın daha olgun bir roman olduğunu, zaman zaman yüksek edebiyat tadı verdiğini söyleyebilirim. kitabı biraz da ali ihsan'ın yolu nereye çıkacak merakıyla okudum.

cevabını aldım. son satırların altındaki boşluğa tarihi not düştüm. peşi sıra kitabı kapatınca arka kapak yazısıyla burun buruna geldim. okudum haliyle. okudukça da başımdan aşağı kaynar sular döküldü.

/merak eden bulup okuyabilir ama kitabın konusunu açık etmeden bir örnekle açıklamayı isterim: örnek romanımızda kahramanımız liseyi yeni bitirmiş ve ne olacağına karar verememiş amerikalı bir genç olsun. bir yılı dinlenmeye ve düşünmeye ayırmak, peşi sıra karar vermek istiyor.

dinleniyor. düşünüyor da. bir kaç ay sonra ailesine yolculuğa çıkmak istediğini söylüyor. çıkıyor da.

yolu türkiye'ye, ege sahillerine düşüyor. gün batımını seyretmek için sahile indiği bir akşam balık ağlarına dolanmış ölü bir yunus görüyor ve diyor ki, "dünyada en az bizim kadar hakkı olan bu canlıların yaşam alanlarını gasp ettiğimiz yetmezmiş gibi bir de dikkatsiz ve bencil davranışlarla ölümlerine neden oluyoruz."

huzur versin düşüncesiyle, ölmüş de olsa yunusu ağlardan kurtarıyor ve kaldığı pansiyona doğru yürüyor. arka kapak yazısı da, kahramanın arayışı, düşünsel serüveni ve sorgulamaları değil yukarıdaki cümle, editör yorumu da, "çevre bilinci, hayvan hakları ve çevre kirliliğinin doğal yaşama etkileri üzerine derinlikli bir roman."

ne olsa küresel ısınma, çevre bilinci, karbon salınımı, hayvan hakları çağındayız./

ne kadar alçakça değil mi? insan elinde olmadan öfkeleniyor. kişiyi yanlış yönlendiriyor çünkü. alenen arka kapak yazısından dolayı kitabı alacakları da kandırıyor.

son adım, özetle, varoluşun boş ve kasvetli uğultusuna ya da müzmin kayıtsızlığına karşı kendi cevabını arayan otuzlu yaşlardaki bir adamın hikâyesi. sorunun da cevabın da içimizde olduğunu, cehenneme dahi gitse insanın kendinden kurtulamayacağını anlatıyor. 

ve arka kapak yazısının bununla bir ilgisi yok. evet, hiç yok.

/birileri çıkıp, "yanlış anlamışsın şekerim" derse, kendilerine sadece okur- yazar olmadığımı hatırlatmak isterim./

arka kapak yazısının mantığını anlayamadığım için içgüdüsel olarak yayın yılına baktım: iki bin on bir. her şeyi konuşabiliriz diye umutlandığımız tarihler...

metis de bu havadan faydalanmak istemiş anlaşılan. ticari niyetle yapılmış olsa romana haksızlık eden soysuz bir tavır bu. demek ki para söz konusu olunca metis de bir kitapları yalnızca marketlerde, kasaya yakın raflarda satılan yayınevleri de.

en kötüsü de şu. belki de en acısı. kahramanı aylak adam'ın c.'si, anayurt oteli'nin zebercet'i, hatta yabancı'nın meursault'uyla ruhdaş bir roman yazan bir yazar eserini genel geçer bir politik gündeme alet etmeyi göze alabilir?

kahramanına bunu nasıl yapar?

paralel evrenler: on yedi

$
0
0
iki şarkıcı. ikisi de söz yazarı.

biri türk, diğeri amerikalı.

türk olan "bizim mahalle"den. o kadar çok severim yani. amerikalı olansa "gavur dostlarım"dan, yani "öteki çarşı"dan. ikisinin de emeği çoktur bende. hayatıma temasları 'beni ben yapan'şeylerdendir. tıpkı sinema dergisi ya da atilla atalay gibi.

benzerlikleri benim için 'en' olmalarıyla değil sadece, şarkılarından ilk akla gelenlerin vardıkları noktadan çok uzaktaki kaynaklarıyla da içimdeki dostluklarına dostluk katıyorlar.

*

sene iki bin. ya da iki bin bir... bursa karacabey'deki bir konser sonrası, dinleyiciler arasındaki veteriner çiftin davetiyle karacabey harasına giden feridun düzağac orada bir tayla karşılaşır ve sevmek için şefkatle ona yaklaşırken ağzında o ünlü nakarat dökülür: gel tanışalım önce...

kalp kırıklığı ya da sevgilinin olmaması gereken bir yerdeki mevcudiyeti falan değildir sebep. sadece ve sadece bir market alısverişi sırasında bir annesinin küçük kızına söylediklerini duymuştur chris isaak: baby did a bad bad thing.

adalet

$
0
0
her şey, "korkma yaklaş" notuna eklenmiş, o çok bilinen siteyi işaret eden bir linkle başladı.

şarkının bu hâlini beğendim dersem yalan olmaz. mustafa sandal'ın ispanyolca zırvalamaları olmasa 'çok' bile beğenebilirdim.

bahsi geçen şarkıyı çok dinlemiş olmalıyım ki, eskilerden bir şarkıyı da sıraya koydu o ünlü site: gidenlerden...

bir çeşit özlem ve nostalji duygusuyla dinlemeye koyulmuştum ki, "gidenlerden bir tek seni bana ekledim," dediği yerde ben durdum, şarkı devam etti.

bazan artistlik olsun diye "yorgun ve kirli" dediğim geçmişimde şarkıda bahsi geçen "bir tek"ten yoktu benim. hayır, elbette hüzünle ya da acıyla fark etmedim bunu. aksine kendimle gurur bile duydum.

bitenler bitme zamanı geldiği için bitmiş, gidenler gitmesi gerektiği için gitmişti. sebebi ister ben olayım isterse muhatabım, aklımda, fikrimde en ufak bir şey kalmamıştı gidenlerden. ya da bitenlerden.

her şey olup bittiğinde de bir tekini bile kendime eklemeden yola devam etmişim tabula rasa misali. kaldı ki, "üzmem, çünkü ben yarıştırmam".

"adalet, dediğin budur işte." diyerek kendimi alkışladım. kimseye haksızlık etmemişim. vakti geldiğinde hepsini de unutmuşum. "aferin," dedim, hatta klişe olduğunu bile bile uzandım, kendi yanaklarımdan öptüm.

şimdi, "hadi oradan," deyip, nefes dahi almadan, "senelerdir a mıdır, be midir nedir? anlatıp durduğun neydi?" diyecekler çıkabilir.

verip cevabımızı, ufka doğru yürüyelim peşi sıra.

verdiğim kıymeti inkar edecek değilim. ama bizden olmazdı. olmadı da. o gemiye kendi ellerimle bindirdim sandığım, onu ona hiç de uygun olmayan bir hikâyeye ittim diye kendi yolumda biraz mahçup, biraz üzgün, biraz kızgın, yani kısaca kırık yürümekti benimkisi.

ama gün gelip de, o gemiye onu bindirenin ben olmadığımı, bile isteye içine balıklama daldığı hikâyede tam da hayata bakışına ve kimliğine uygun davrandığını, başka bir deyişle masum olduğumu ve onu aslında hiç mi hiç tanımadığımı, hatta uydurduğumu anlayınca geçti gitti.

yeniden okumalar

$
0
0
"hoşlandığımız eserleri mutlaka tekrar okumak gerekir. ikinci, hatta üçüncü okuyuşumuzda evvelce dikkat etmediğimiz güzellikler bulacağız. çünkü bir kitap da bir şehir gibidir: onu anlamak için, turistler gibi içinden otomobille geçmek, hatta sokaklarından bir defa ağır ağır yürüyerek geçmek elvermez. dikkate lâyık yerlerde tekrar tekrar dolaşmak, şehrin içinde bir müddet yaşamak lâzımdır."*


*:andré maurois

alıntının alıntısı

$
0
0
"durgun bir su kadar
güzel bir yüzle durduruldum
duruldum"

diye bir mısra çok okumuştum
çok uzun zaman önce
kime aittir hala bilmem...